Bu Blogda Ara

30 Temmuz 2012 Pazartesi

Yedi beyaz güvercin

Yedi Beyaz Güvercin

Yedi asır önce,
Derin bir vadiden
Yedi beyaz güvercin havalanır
Ve karlarla kaplı
Yüce bir dağın doruğuna doğru kanat çırparlar.
Kuşları temaşa eden yedi adamdan biri:
'Ben yedinci güvercinin kanadında
Siyah bir nokta görüyorum.'
Der.
Bugün,
O vadide yaşayan insanlar
Evvel zaman içinde,
Karlarla kaplı
Bir dağın doruğuna doğru havalanan
Yedi siyah güvercini
Anlatıp dururlar.

Halil Cibran

Böyle demiş şair ve ne yazık o günden bu yana değişen birşey yok.  İnsanın insanlığından utandıracak hallere düşmesi ne yazık. Uzay teknolojisi, bilim çağı  insanı  değil, sadece yaşamını değiştirdi, ne yazık.  Her işin kolay yolu bulundu, imkansız denilenler gerçek oldu, lakin önyargı, fesatlık, duyarsızlık, kibir, bencillik ve  karanlık tarafa ait ne var ise hala çöreklendikleri yerde: cahil bırakılan zihniyette.
Konuşuruz, sağlı sollu, düpedüz ortadan. Konuşuruz, duymadan, görmeden, anlamadan, yaşamadan.  Merhamet gösteririz; acırız oysa, halimize şükretmeyi  bilmeden acırız, bizden olana: insana... Merhamet dağıtırız, hesapta kitapta kirlenen...
Canı yanması mı gerek insanın, acıyı bilmesi için?..  Başkasının ayıbına gülmek marifet olmuş, insanı yermek kolay, takdire gelince o da kişiye(keseye) göre, iyi mi... 
Yukarıdan bakmayı öğreniriz ve öğretiriz, hakkımız çünkü: nineden, dededen kalan(?)..  Ezilmeyi kabulleniriz, kolay değil, fakat çaresiziz, aklımızla bile çaresiziz  ya... Ezmeye bayılırız, büyük bir yarış bu: hangimiz daha... Ödülü ne? Vaad edilen ne? Elde kalan ne?..
Hangimiz daha akıllı, hangimiz en aptalımız, hangimize yular takılır, hangimiz uyanık kalır?.. Çık bakalım bu hesapların içinden, hiiç de kolay değildir bu iş. 
Birbirimizi gözardı ede ede kendimizden geçip gitmişiz, hatta yitmişiz, ne haber!..  Edep bulunmaz, edepsizlik marifet olmuş, daha daha ne haber...
Hah; aklıma gelmişken, güzel konuşuruz, koptuk kopacağız o kadar inceliriz:  tabi ki yerine göre...  Güzelim türkçemizi dilimize dolayıp inletiriz,  nameler döktürüp,  milleti ağlatır, güldürürüz... Kocaman bir sahnedeyiz; ikiyüzlü bir hayatımız var üstünde...  Hangisine inanırsın, hangisine güvenirsin,  cevabı denklemi çözebilende...

eylül

26 Temmuz 2012 Perşembe

Ramazan vakitleri


Çocukluğun  anıları daima canlı kalır. Çekirdek aile yaşantımızdan bir süreliğine ayrı düşüp  aile büyüklerimizin yanında geçirdiğim ramazanlar düştü aklıma. Evdeki   telaş ve heyecan,  ucu bucağı yokmuş gibi görünen  iftar sofrası, önce hangisinden tatsam diye karar veremediğim lezzetler, misafirler, fasıllar.   İftar saatine yakın  dedem beni  ezan nöbetine dikerdi; cami minaresinin ışıkları yandığında koşa koşa ona haber vermek benim görevimdi.  Hoparlör yok, cami de uzakta, lakin minare  evlerin çatıları arasından görünürdü. Yine böyle sıcak bir yaz mevsimini hatırlıyorum, her yer alev alev,  5-6 yaşlarındayım.   Evde, bahçede, çiflikte iş çok; ben  çocuğum, üstelik misafir, günüm ya kocaman bahçede, asma altında veya yakındaki göl kenarında geçmekte.  İlk günler yabancıyım herşeye, bir türlü alışamıyorum  buralara, evdekiler bunun farkında, üstüme gelmiyorlar. 

Sabah erkenden uyanırdım, anneaannem sessizce dolanırdı etrafta, dedem ise çoktan çıkmış olurdu.
Aynı avlunun içerisindeki diğer evde Ahmet dayım, karısı Aliye yenge ve kuzenlerim ile oturmaktaydı. Kuzenlerim yaşça benden oldukça büyük, bu yüzden canım  sıkılırdı, annem ve babama kızardım içimden, buradayım diye... 
Meyve ağaçları arasında dolanırdım,  avuçlarımda asmalardan kopardığım üzüm salkımları, çardaktaki minderlerin üstüne uzanıp  küçük şeffaf tanelerin içinden  geçen güneşe gülümseyip suyunu içerdim.  Yapış yapış olurdu ellerim, dışarıdaki çeşmenin  musluğuna avcumu dayayıp  üzümün, sıcağın, can sıkıntımın susuzluğunu  giderirdim. 
Akşam yaklaştıkça, evdeki telaş daha da artardı. Ocağın üstü kaplarla dolu olurdu, fırından nefis kokular gelirdi burnuma.  Çörekler, güveçler,  saatlerce ağır ağır  pişen etlerin,  erişteli süt çorbasına tereyağında yakılan füme kırmızı biberin kokusu havada dolanırdı.  Mutlaka hoşaf olurdu, ki ben hiç sevmezdim. Bu yüzden hiç  unutmam, her zamanki gibi hoşafa burun kıvırdım bir akşamdı ve bunun üzerine Ahmet dayım, bana muzip bir şekilde  "nesini sevmedin? diye sordu, "ekşi" diye
cevaplamıştım. Dayım yanında duran bıçağı alıp hoşaf kasesinin ortasından  çizermiş gibi yaptı; " şimdi iç bakalım, ama bu yarısından iç, ekşi olanı öteki yarıda kaldı"  demişti. 
İftar yemekleri genellikle kalabalık olurdu. Diğer dayım ve Gülsüm halam aileleriyle birlikte gelirlerdi.  Annem ailenin en küçük çocuğu ve  gurbette olan bir tek  oydu.
Karpus, kavun kesilirdi.  Pekmezle şerbetlenen cevizli kaygana tatlısı, büzme baklava, kaymaklı kadayıf dolması köpüklü türk kahvesinden hemen önce  çıkarılırdı. Tatlıları tadacak mecalim kalmazdı benim, uyuyakalırdım fasıla başlanmadan. 
İçime göz attığımda o günlere dair bir özlem olmadığını görüyorum, sadece yaşanmış olanların güzelliğinden doğan huzurlu, sevinçli bir his var.  Nitekim hayat  Zaman'ın içinde...  insanlar gibi...

Çok ayrıntılı fotoğraflayamadığım,  çocukluktan kalan damak tadı,  hazırlanması çok kolay kadayıf tatlısı tarifini paylaşmak istedim, afiyetle...

eylül



Malzemesi:
0,5 kg kadayıf,  3/4 su bardağı kıyımış ceviz içi, 100 gr tereyağı
Şerbeti:
0,5 kg şeker, 625 ml su, yarım limon suyu
Yağlanmış fırın kabına kadayıfın yarısı yerleştirilir, arasına ceviz içi serpiştirilir kalan kadayıf ile kapatılır. Tereyağ ister eritilerek, ister küçük parçalara bölerek  kadayıfın üzerine yerleştirilir.  200 derecede üstü kızartılır.
Şerbet 20 dk kaynatılır, ocaktan almadan önce limon suyu eklenir ve soğumaya bırakılır.
Tamamen soğumuş olan kadayıfın üstüne ılık şerbet gezdirilir.  Soğutulmuş kaymak veya maraş dondurması ile serviz edilir.

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Deniz, Güneş ve Kumsal

Deniz, güneş ve kumsal, dayanılmaz, baştan çıkarıcı bir çağrı. Şiirler yazılmış, şarkılar bestelenmiş onların uğruna.  Kıyılar, yolun sonu ve başlangıcı, dalgalar ise  hasret ve kavuşma.  Denizin sesiyle uykuya dalmak, uyanmak, hayata dair ne varsa serinliğinde unutmak, fısıltısıyla  yolculuğa çıkmak muhteşem!.. Alev alev yaz  mevsimi, sahillerde, tatil köyleri, otellerde, ada pansiyonları, yazlıklarda, her yer insan.   Her nerede, nasıl, hangi koşullarda tatile çıkmış olsalar da, deniz, güneş,
kumsal'dır herkesi çağıran.
Kim güneşin kumsalda bıraktığı ateşi  koşar adım geçip haylaz dalgalarda söndürmek istemez.  Önce ürperti  ile sarılır deniz, sonra ılık ılık akar insanın üstünden.  Hayatın yükünü alıp, tatlı  bir rehavete  sürükler.  Kıyıda oturup şarkılar mırıdanası gelir,  aynı sahilde, aynı denizin kollarında  hayatın çirkinliğinden uzak, sonsuza  kadar kalası gelir, insanın... 



8 Temmuz 2012 Pazar

Sevinç - Alegria



Finansbank’ın ana sponsorluğunda düzenlenen şov, 2012’de asla kaçırılmaması gereken gösteriler arasında yerini alarak, görselliğiyle tiyatro, dans ve fiziksel sınırları zorlayan performansın doruğa çıktığı muhteşem bir gösteriye imza atacak. Alegria gösterisi 22 Eylül – 14 Ekim tarihleri arasında Ülker Arena ve Ora Arena’da sahne alacak. Pozitif Live tarafından düzenlenen şovun bu sene için en önemli özelliği ise İstanbul’da hem Asya’da hem de Avrupa kıtasında 2 şovun üstüste gerçekleşiyor olması.

Sahne tasarımı, müzikleri, dansları, kostümleri ve makyajlarıyla gösteri sanatlarında bir devrim yaratan Cirque du Soleil’i bugüne kadar dünyanın farklı yerlerinde 100 milyondan fazla kişi izledi. Kanada-Quebec’li Cirque du Soleil topluluğu, geçtiğimiz yıl İstanbul’a ilk kez gelmiş ve büyük bir başarı elde etmişti. Saltimbanco gösterisi toplamda 16 şovun tükenmesiyle 80.000 kişiye ulaşmayı başarmıştı.
Biletler 4 Haziran’da tüm biletix gişeleri ve biletix.com’da satışa çıkacak.

7 Temmuz 2012 Cumartesi

Kırmızı biberli fırın makarna

250 gr makarna, 8-10 közlenmiş, temizlenmiş kırmızı biber, 4-5 yumurta, 0,5 lt süt , tuz, tereyağ, üstüne(istenirse) rendelenmiş kaşar peyniri


Makarna haşlanıp süzgece alınır. Közlenip çekirdekleri temizlenmiş kırmızı biberler küçük doğranıp makarnaya karıştırılır ve yağlanmış fırın kabına alınır. Yumurtalar çırpılır, süt ve tuz ilavesiyle makarnanın üstüne dökülür, küçük tereyağ parçaları koyup 230 derecede pişmeye bırakılır. Arzuya göre, fırından almadan önce üzerine rendelenmiş kaşar peyniri serpiştirilebilir.

Serinlemenin limonlu tadı


Önce milkshake'in tadında diye düşündüm, sonra benzetmeyi aradan kaldırıp, milkshake niyetine yudumlanmayı hak ettiğine karar verdim. Oysa yıllardır eski sayfaların birinde sıradan, iddiasız bir ismin arkasında sabırla beklemişti: limonlu jöle olarak...
Kağıtlı keklerin üstüne(çikolata kırıntılarının kolay yapışması açısından) kullanmak için uygun diye aklımın bir köşesinde uzun süre sırasını bekledi. Aslında bu tarifi çok farklı şekilde kullanmışlığım da olmuştu: bisküvi kreması ve bazı ilavelerle profiterol iç kreması olarak. Her defasında mütevaziliğine rağmen lezzetlere lezzet kattı, yine de parlamak için sabırla beklemesi gerekirmiş
İçecek olarak hazırlanabileceği fikri kağıtlı kekler sayesinde geldi. Deneme fikriydi olayı götüren, denedim ve onayladım(reklam gibi oldu, brrr...)
Bol kakaolu yumuşacık kağıtlı kekler pişerken Limonlu jöle hazırlama sırası geldi, hazırladım, kekler pişti, üstlerine jöleden sürüp çikolata parçacıklarını serptim. Kalanını ne yapacağımı düşünürken, buzluğa koyabilirim fikri geldi. Kase büyüklüğünde iki kabın içerisine pay edip topladım. Ertesi gün kontrol ettiğimde canlandırıcı limon aromalı dondurma kıvamında bir sürprizin beni beklemekte olduğunu gördüm. Şimdi de nasıl tüketilir sorusu gelmişti ve tabi ki milkshake!.. Kaptaki donmuş olan jöleye süt ilave ederek blender ile karıştırıldığında, hava kabarcıklı, müthiş lezzetli yumuşacık köpüklü bir içeceğe dönüşmüş oldu. Aklıma külkedisi masalı düştü o an, bu nasıl bir değişim, diye şaşırıp kalmıştım.
Bütün bunları yazmamın sebebine gelince; fark edilmeyenler... Bir kenarda bekletilenler, önyargının kurbanları, görünmeyenler, görünmez kalanlar... Basit bir içeceğin hatırlattıkları. Biliyorum, herkes, her gün, hatta her an, her devrin insanı keşifler peşinde. Toplum, hayat, sağlık, bilim adına, hatta sadece kendini keşf'e çıkar insan. Ve bu asırlardır bu şekilde devam etmiştir, eder... Yanış anlaşılmasın, ben bir şey bulmadım, eminim ki pek çok kişi bunun aynısını yapmıştır ve sonuçlar birbirine yakındır. Hoşuma giden, basit malzeme ile, kolayca hazırlanan iddialı içecek fikrinin gerçekleşmesi. Hoşuma giden, umut etmek, yaşlı, eskitilen Dünya için; fark edilecek büyük yürekli insanlar için umut etmek... Issızlığa gömülüp terk edilen sevgi, anlayış, merhamet, dürüstlük, hatta insanlığın bile basit ve kolay bir yoldan-şartsız, koşulsuz barış ile-bulunacağını umut etmektir hoşuma giden.

eylül

5 Temmuz 2012 Perşembe

Bergamot



Bergamot kökeni hakkında fikir birliği yoktur.  Kaynaklara göre bergamot'un adından (Citrus bergamia)  XIV yüzyılda bahsedildiği  ve ana vatanı olarak İtalya'nın güneyindeki Calabria bölgesi işaret edildiği belirtilir. Bu bitkinin ekildiği   bilinen  ilk meyve bahçesi bilgisi 1750 yılından ve  Nicola Parisi adında bir kişiye aitmiş.   Farklı kaynaklara göre ise bergamot antik Mısır'da daha önceden  biliniyordu.
Bu acı portakal ağcının(Citrus aurantium bergamia – Rutaceae) Kristof Kolomb tarafından Kanarya Adalarından getirildiği  de sanılmaktadır. Günümüzde bu ağaç  Güney İtalya'da Calabriya  ve Sicilya'da yağı için özel olarak yetiştirilir;  Afrika'da ekili küçük alanlar var, özellikle de Fildişi Kıyısı, Arjantin ve Brezilya.
Ağaçlar Narenciye ailesinin diğer üyelerinden oldukça küçüktür. Botanik alanındaki son araştırmalara göre bergamot bir çeşit limonun (Citrus limetta) ve  buruk portakal (Güney Vietnam kökenli Citrus aurantium) türü arasındaki doğal melezleme yoluyla meydana gelmiş. Ağaç nisan ayında çiçeklenir ve armut şeklinde küçük sarı meyveleri ise   aralık-şubat arası hasat edilir.  Bergamot armudu adı ile anılması  ve  bey armudu adı olası kökenini düşündürmüştür.   Bu ağacın yaprağı, meyvesi ve özellikle de tohumunun Osmanlı tıbbında önemli bir ilaç olduğu, ve bir diğer kaynaklarca Bergamot ağacı ve meyvesinin 16. yüzyılda Avrupa’ya Bergama’dan götürülen numunelerle tanıtılmış olduğu
da muhtemel. Günümüz Türkiye'sinde Akdeniz ve Ege bölgesinde ne yazık ki az sayıda mevcut. 
Bi başka farklı bir yorum ise  İtalya'nın Lombardiya bölgesindeki Bergamo şehri(ki orada ilk olarak bergamot ağacı yağı satılmış olduğu bilinmekte) ile  bergamot adı arasındaki bağa işaret edilmiş.
Aromatik bergamot  yağı parfümeride, aynı zamanda  mutfakta, çeşitli tatlı ve içeceklerde  yaygın olarak kullanılır. Bugün,  1600 hektar  alana  bergamot ağacı   dikili .  Onlardan yaklaşık 100 ton aromatik yağı elde edilir . Bir kilogram bergamot  yağ elde etmek için 200 kg meyve gereklidir.
Tüm üretiminin yaklaşık % 60 İtalya'nın güneşli Calabria bölgesinde yoğunlaşmıştır. Hatta bergamot ağacı  bu bölgenin ve Reggio Calabria kentinin sembolü haline gelmiştir. Bu güzel ağaçlar   Akdeniz ve Ege  kıyılarında  ve Kuzey Afrika'da büyümekte.  Aromatik ham maddenin en  büyük ithalatçısı Fransa ve bu anlaşılabilir. Birçok eski el yazması ve bitkiler hakkında yazılan  kitaplar Bergamot yağın orada on altıncı yüzyıldan beri  kullanıldığını  belirtir.
1709 yılında italyan göçmen Johann Maria Farina'nın  Köln'de kurduğu  parfüm fabrikası dünyada kurulmuş olan en eski kozmetik işletmesi sayılır. Farina yeni vatanını onurlandırma düşüncesiyle  ürününe Eau de cologne (Köln suyu) adını verir.  Parfümün ana aromasını veren bergamot'a limon, portakal, biberiye ve çeşitli bitkiler eklenmiştir.  Bergamot yağı hoş ve canlandırıcı aroması ile en iyi uçucu yağ olarak kabul edilir.  İtalyanlar bergamotu sadece hoş kokusu için değil, soğuk algınlığı ve cilt problemlerinde de kullanmışlar.  Kuzey Afrika'da ise  kötülük ve tehlikeye karşı koruduğu inancıyla voodoo büyüsünde kullanılmış.
Bergamot'un aromaterapide kullanılmasının temel nedeni  antiseptik özellikleridir. 300'den fazla bileşenden oluşmaktadır.  Başlıcaları: linalil asetat (% 30-60), linalol (% 11-22) ve diğer alkoller, terpenler, alkanlar ve furocoumarins (örneğin, bergapten, 0,3-0,39%). Bergamot yağı kozmetikte yaygın olarak kullanılmakta: sabun, parfüm, traş sonrası  losyonlarında. 
Bergamotun reçeli  ve şurubu yemekleri hazmettirici olarak  mideyi kuvvetlendirici, karın ağrılarını teskin edici, mide bulantılarını giderici, sindirime yardımcı etkili olduğu gözlenmiştir. Tıp kitaplarında bu şurupların nasıl hazırlanması gerektiği anlatılmıştır. Bergamot ağacının yaprağını çiğnemek, ağızdaki istenmeyen  kokuları giderici etkisinden dolayı kullanılır.
Bergamotlu çayın aromatik lezzeti ise bir başka hikaye...


3 Temmuz 2012 Salı

Hayat, seçimlerimizdir

Hayat, insanlar, sevinçler, kederler, doğmak, yaşamak ve ölmek -Shakespeare'ın yazdığı gibi  "to be or not to be"- olmak ya da olmamak.

Annemin hasta yatağındayken gidişinin farkında olup belli etmediği, bizim de bilmiyormuş gibi yaptığımız zaman düştü aklıma.  İnsan nahoş olaylardan, hüzünden, dertten   kaçmayı  seçmiştir, doğasında var,  yakalanır, o başka.  Böyle zamanlarda, ölümün yakınındayken, belki de çok küçük çıkmazlar yüzünden, bir an için de olsa, sorgulanır  Hayat.  Zaman delinmiş gibi akıtır onu etrafa, yaşamak bulaşır insanın tüm ruhuna ve sorularını birer post-it gibi yapıştırır üstüne.  Acıtır ayrılıklar, acıtır  söylenmeyenler,  yapılmayanlar, çaresizlikler.  Sonra, bir tekrarın içine düşer insan, çocuk gibi burnunu çeke çeke uykuya dalar.
Hani klişe bir repliktir filmlerde, iyi ve kötü haber olayı, "önce hangisini söyleyeyim?" sorusunun iki cevabı var.  Birincisi:  ilk önce iyi haberi duymak ister insan, kötü olana  hazırlıklı olmak için. Diğeri ise: önce kötü gelsin, yaraları iyi ile sarmalamak için...  En basitinden bir sınama gibi, değil mi?..
Uzun, derin bir suskunluğa saplanır bazen insan, bilmediklerini örtmek veya bildiklerinden kaçmak için.  Susmak, bazıları için sigorta poliçesi gibi, tazmin edilen, garantili bir durum.  Susmak,  seslendirilmeyen korku olur bazen, kapıların açılması ve ardındaki bilinmeyenden...   Susmak; sonların fon müziği, necefli maşrapa görüntüsü, kabulleniş.  Ve  susmak, ruhun yüreği sağır eden haykırışı, Aşk halidir...  Susmak, zihnin bir başka diyarda kendini kaybetmesi, çıldırmak gibi...  Hepsi insan halleri, olmak ya da olmamak  arasında görülen...
"Her şey insan için", klişe bir söz daha... Her şey, insan yüzünden.  İyinin ve kötünün, meleğin ve şeytanın konağıdır insan, hayvandan farkı ise aklı ve yüreği birbirine bağlayan vicdanı.  Vicdansız değildir  insan, olsa olsa zalim cehalet vardır ve ne yazık damgayı vuranlardır onlar... 

Nitekim, kelimeler parmaklarımın klavyede bıraktığı izler sadece.  Edebiyat değil, kurgu yok çünkü. Kapılmamışımdır süslü kelimelerin şatafatına, derinliğinde yediğim  vurgunların hastasıyım.  Kendime çok sormuşumdur: yazmak mı yazmamak mı? diye. Hep yazmaktan yana oldu cevabım. Bazen küskün, bazen yorgun lakin hep yazmak. Yazdıklarımla rüzgarda savrulmayı seçmiştim, çok çok uzun zaman önce, hala öyle.  Çünkü o rüzgara kapılmayan kalmayacak, her ne kadar savrulsa da her toz zerresi, ille ki  toprağa düşecek... Bir gün, bir yerde, her neresi, her kimse olsa da...

ve Hayat... seçimlerimizdir...

eylül



Des yeux qui font baisser les miens
Un rire qui se perd sur la bouche
Voila le portrait sans retouche
De l'homme  auquel j'appartiens

Quand il me prend dans ses bras,
İl me parle tout bas je vois
la vie en rose

İl me dit des mots d'amour
Des mots de tous les jours,
Et ça m'fait quelque chose

İl est entre dans mon coeur,
Une part de bonheur
Dont je connais la cause,

C'est lui pour moi,
Moi pour lui dans la vie
İl me l'a dit, l'a jure
Pour la vie

Et des que je l'aperçois
Alors je sens en moi
Mon coeur qui bat

Des nuits d'amour a plus finir
Un grand bonheur qui prend sa place
Des ennuis, des chagrins s'effacent
Heureux, heureux a en mourir

Quans il me prend dans ses bras,
İl me parle tout bas
Je vois la vie en rose,

İl me dit des mots d'amour
Des mots de tous les jours,
Et ça m'fait quelque chose


İl est entre dans mon coeur,
Une part de bonheur
Dont je connais la cause,

C'est pour moi,
Moi pour toi dans la vie
Tu me l'as dit, l'as jure
Pour la vie

Des que je t'aperçois
Alors je sens en moi
Mon coeur qui bat