Bu Blogda Ara

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Ruh'uma dokunan Aşk

Hoş bir cafede oturup, bir fincan kahveyi ağır ağır yudumlamak,  dışarıda yapmaktan hoşlandığım tek şey. Kimbilir, dokunulmazlığımın zırhı kendini  en iyi hissettirdiğinden olabilir. Duyma ve görme algılarım devre dışı kalır, kalabalık ve konuşma sesleri kalın bir perdenin ardından gelen  boğuk bir uğultuya dönüşür.    Yakınımda oturanların yüzleri  silik birer mürekkep lekesi, konuşmaları bilmediğim bir dilin yankısı gibi gelir.  Açıkçası bu halimin bende tarifsiz bir haz  uyandırdığını
itiraf etmeliyim, hatta inanılmaz heyecan verici.  Ara sıra da olsa,  iş ve hayatın izin verdiği zamanlarda, Aşk'ım ile birlikte böyle bir yerde oturup soluklansak,  görünmez kanatlarımı mümkün olduğunca geniş açıp ikimizi bu muhteşem  yalnızlığın içine almaya çalıştığımı  hissederim. 
Ne zaman canım birşey yapmak istemese, sıkıntılı bir boşluğun eşiğinde sendelesem ya da içim içime sığmıyorsa dışarıya çıkıp temiz, hoş bir cafede  vakit geçirme  arzusuna kapılırım.  Orada sessizce oturup, sıcak bir fincan kahvenin buğusunda lal cümlelerimi sıraya koyarken, kimsenin umursamadığı ayrıntıların  farkına varmayı  beklerim.

Günlük tutmadım, belki de tutamadım demeliyim çünkü bunu yapmayı çok istesem de yeterince çaba göstermediğimi hatırlıyorum.   Resim karalamaktan   hoşlanırdım, her defterimin son sayfaları karakalem eskizlerle doluydu; insan yüzleri, çiçekler, kuşlar...  Bazen aklımın ucundan geçer, tuval ve boya alıp resim  yapsam mı diye, sonra heves deyip kendimi vaz geçiririm.  Düşünüyorum da, korkuyorum galiba, yapmayı unuttuklarımdan... 
İnsan onu en çok etkiledikleriyle yaratıcı olur: yazar, çizer, anlatır ve bunları yaparken  bir bütünü tamamlar.  Bana göre, eğer yazmaz, çizmez, anlatmaz ise  geleceği değiştirecek olan geçmişteki ayrıntılar unutulur. 

Her insan kendini farklı şekilde ifade eder, kimi hırçın ve saldırgan, kimi sakin ve aymaz, kimi sessizce.  Daha pek çok sıfat ve rol var elbette ve şu bir gerçek ki insanın kendisi gibi davranması çok önemli.  Başkasının hayatını yaşamayı seçmek fedakarlık veya katlanma değil, ayrıntıları yok sayıp kendi bütününden kaçmak  olur.  Ne ebeveyn olmak ne de Aşk, bahane değil.   Mesele insanın ruhundaki sonsuz Aşk ile kendi yalnızlığı ile bir başka yalnızlığın  arasında köprü kurabilmesi...

Yaşlandıkça, eski fotoğraflar  birer hüzünlü ayrıntı gibi görünür insana.   Oysa onlara baktığında yapmayı unutmuş olduklarını hatırlayabilir.  Yıllar önce yazdıklarını  okuduğunda  şevkat, umudu ve merhameti tekrar bulabilir, hatta  gülümsemeyi de hatırlayabilir...  İnanmayı hatırlayabilir, koşulsuz ve klişesiz, saf  ve yürekten, çünkü  inanmak güçlü olmaktır.

Fotoğraflara bakıp kırışıklıklarına üzülen insanların yoksulluğunu en muhteşem hazine bile gideremez.  Renkli şekillerle kaplanan tuvallerde sevinci,  ruh'un coşkusunu  yansıtmayan ressamın maneviyatı olduğunu  düşünemem.  Ve o sevinç, o coşku asıl, varlığın ayrıntıları.  Hayat, ruhu şekilden şekle bürünmeye zorlamak değil, hayat  kendini yaşatmak derdinde, senin kim olduğun onun hiç mi hiç umurunda değil.   Ruh, duygularına anlam yüklemek ve tertemiz kalabilmek için savaşır.
Bu yüzden ne kadar acımasız davransa da insan, ne kadar hırslı ve aç gözlü, sinsi ve hilekar olsa da, ezip  geçse de tüm kainatı, kaçınılmaz bir Son onu beklemekte.  Vicdanının şahit olduğu bir yargılama;  tırnaklarında ve  her bir saç telinde duyacağı korkunç bir acı ile kıvranacağı,  temyizi olmayan son mahkeme.

İnsanın unuttuğu bir şey var: eksik doğduğu. Bunu  anlayamadığı veya göz ardı ettiği de olabilir.  İnsan, yalnız doğmak ve yalnız ölmek  gibi klişeleşmiş sözlere ilham  olmuş bir hal içerisinde. Onun yalnızlığı farklı ve özenle yaratılmış olmasından, ta ki hayatın içinde kendi kendini yok etmeye başlayana kadar... Kendisini tamamlayan  eksik parçayı bulmadıkça var olmanın anlamını kavraması imkansız. Hiç kimsenin sadece doğmak ve ölmek için doğmuş olacağına inanmam, çünkü bence yaradılışın  anlamı  ruhuna yazılı kader ile yüzleşmek, diğer kendine kavuşup bütün olmak ve o bütünü sonsuzlukla taçlandırmak...

Derler ki, insan bir tek kendine yalan  söyleyemez.   Yapamaz çünkü gerçeği bilen kendisi. Yine de buna rağmen hakikate gözünü yumuyorsa eğer,  hayatı kocaman  bir yalan olur.  Gerçekler bazen bir insanın kaderini değiştirir, güzelleştirir ya da mahveder. Gerçekler bazen özlenen, bazen istenmeyen, bazen ise acıtandır.  Kendine ne kadar yalan söylesen de, ne kadar bahane biriktirsen de gerçeğin ışığı her daim ortaya çıkacak bir dehliz bulur. Bu yüzden gerçeğine koşmalı insan, bir  an evvel, tereddüt etmeden... 
Hayat öyle kısa ki... düşlerle bezenen bir uyku.  Başımı yastığa koyar koymaz daldığım veya sabahın erken saatlerine kadar beni bekleten uyku...  Ve ben,  nefes almanın mucizevi sarhoşluğunda şükrediyorum, kalabalığın ortasında Aşk'a dair yalnızlığıma.  Şükrediyorum, ruhuma dokunan, Sana, Aşk...

eylül

1 yorum:

  1. Eylül'cüğüm eline sağlık ne güzel anlatmışsın kader, var oluş amacımız, yaratıcılığın sebeplerini..kader var mı gerçekten? öteki dünya var mı? Ben şu aralar hiçbir şey bilmiyorum, hiçbir şeyden emin değilim...keşke bu dünya olmasaydı diyorum sadece ne gerek vardı?....

    YanıtlaSil