Depresif ülke gündemi, bulanık gri kış gökyüzü, insanın içini titreten ayaz, şehrin oksijen fakiri havası, seçim karmaşası derken, "teker teker gelin" haykırasım gelir. Gazeteyi açtığımda böylesi bir
siyasi kirlilik karşısında şaşkınlıktan dilim tutulunca ne düşünmek ne de yazmak gelir içimden. Neyse ki Aşk var ve zakkum saksısında açan frezya gibi güzel şeylerin sevinciyle günleri
nefeslemek kolaylaşıyor. Küçük mutlulukları büyütmek insanın elinde, eğer isterse.
Bekleyen fotoğraflar ve tariflerin arasından:
Meyveli soslu cheesecake
Taban: 200 gr kepekli bisküvi, 80 gr eritilmiş tereyağı, 1 tepeleme çorba kaşığı kakao
Bisküviler iyice ezilip tereyağı ve kakao ile karıştırılıp kelepçeli kalıbın tabanına sıkıştırılır. 15 dk buzlukta bekletilir.
Peynirli dolgu: 500 gr labne, 1 kutu krema, 150 gr pudra şekeri, 1 tepeleme çorba kaşığı nişasta, 1 tepeleme çorba kaşığı un, 4 yumurta
Krema şeker ile çırpılır, labne peyniri eklenir. Yumurtalardan sonra nişasta ve un karıştırılıp bisküvi tabanı üzerine boşaltılır. 170 derece ısıtılmış fırında 60-70 dk pişirilip soğumaya bırakılır. Kekin
ortası jöle gibi sallansa da, merak etmeyin, bekledikçe kıvamını bulur. Pişme süresini fırınınıza göre ayarlayabilirsiniz. Cheesecake hazırlayıp pişirmek ilk defasında zor gibi görünse de püf
noktalara dikkat edilirse kolaylaşır. Gereğinden fazla pişirildiğinde veya servis tabağına aktarırken de çatlayabilir, önemli değil. Bisküvi tabanının kenarlarını çanak gibi (tabandan daha yüksek)
sıkıştırabilirsiniz. Aynı tarifi kullanıp farklı soslar kullanabilirsiniz: vişneli, çilekli, elmalı, limonlu, çikolatalı gibi.
Kimi zaman olur anlaşılmadığın düşüncesine kapılırsın. Kırgın ve usanmış, sessizliğine
çekilip iyileşmeyi beklemek yolculuğum olur. Kimi zaman hayatın yorgunluğu ruhunu
dize getirir ve bir yıkıntıyken sen takındığın maske ile var olursun.
Hapsolduğun anlamsızlığın duvarlarını ellerinle parçalayıp yıkmak istediğini görürüm,
haykırışların içini çınlatırken, sağır olurum. Kendine cevaplayamadığın sorular sorduğunda,
umutsuz ve amansız haline sıkışır kalbim. Yaptıklarına, yapamadıklarına gider düşüncelerin.
İçinde olduğun her şeyi silip kocaman çaresizliğinle bir tek kendine yorarsın yaşanan her hali,
lal olurum. Sendeki viranenin boş odalarında yankılanır sesim, ölümü beklerken yaşarsın, ben ölürüm...
Ben, senin gibi: etten, kemikten, ruhtan, yürekten biriyim. Canım da yanar, mutlu da olurum. Düşünüyorum, karar da verebilirim. Senin kadar iyi senin kadar kötü olabilirim. Senin gibi
güzel olup, senin gibi çirkinleşebilirim. Sen hangi halimi seçersen ben o olurum. Sen bana
nasıl seslenirsen ben sana öyle gelirim...
Belki de edebiyatı bırakmalıyız. Kelimeleri oldukları gibi: soğuk, kibirli ve acımasız, aceleci, yersiz ve utanmaz, çırılçıplak azat etmeliyiz. Belki de cümle kurmayı unutmalıyız. Belki umursamaz, kaypak, bencil olursak düşünceler acıtmaz, vicdan ve yüreğimizi sustururuz.
Kimbilir, belki sadece basitçe yaşamalıyız. İzin verildiği, hak görüldüğünce. Paramız kadar nefeslenip, hak görülmüş sınırlarımız içine hapsedilmeyi hazmetmeliyiz. Yeşilliklere sevinip, yokluklara dövünmeli, mutfakla banyo arası hoşgörülen "özgürlüğümüze" şükretmeliyiz belki...
Ya da hür irademizle bu düzene baş kaldırmalıyız.
eylül
“Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!
Düşüncemizin katlanması mı güzel
Zalim kaderin yumruklarına, oklarına
Yoksa diretip bela denizlerine karşı
Dur, yeter demesi mi?
Ölmek, uyumak sadece!
Düşünün ki uyumakla yalnız
Bitebilir bütün acıları yüreğin,
Çektiği bütün kahırlar insanoğlunun.
Uyumak, ama düş görebilirsin uykuda, o kötü.
Çünkü, o ölüm uykularında
Sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından
Ne düşler görebilir insan, düşünmeli bunu.
Bu düşüncedir felaketleri yaşanır yapan.
Yoksa kim dayanabilir zamanın kırbacına?
Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine
Sevgisinin kepaze edilmesine
Kanunların bu kadar yavaş
Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine
Kötülere kul olmasına iyi insanın
Bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken?
Kim ister bütün bunlara katlanmak
Ağır bir hayatın altında inleyip terlemek
Ölümden sonraki bir şeyden korkmasa
O kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya
Ürkütmese yüreğini?
Bilmediğimiz belalara atılmaktansa
Çektiklerine razı etmese insanları?
Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi:
Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor
Yürekten gelenin doğal rengini.
Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar
Yollarını değiştirip bu yüzden
Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar.
Sade, sıradan ekmek tarifleri birbirine benzer aslında: maya-su-tuz-un, bazen azıcık şeker ve lezzet için yağ, yoğurmak, kabartmak ve pişirmek.
Bu tarif de öyle. Önce 28'e 11 ölçülerde fırın kabında pişirmeyi düşündüm, sonra
hamurun çok kabarmış olduğunu görüp kalıptan taşmasını göze alamadım. 9 beze hazırlayıp fırın tepsisinde bir daha kabarttım ve sonuç bu. Birazcık bol kabuklu italyan ekmeklerine benzedi.
Gereken malzeme: Un, çabuk maya, 400 ml ılık su, 1,5 tatlı kaşığı tuz, 1 yemek kaşığı zeytinyağı Yapılışı: Ele yapışmayan yumuşak kıvamlı hamur yoğurulup 2 saat kabarmaya bırakılır. İster dörtgen kalıpta ister bezelere ayırıp fırın tepsisinde 1 saat daha bekletilir. 200 derecede 35-40 dk pişirilir.
Panini (sandviç ekmeği)
500 gr un, maya(taze veya çabuk maya), 300 ml ılık süt, 7 gr tuz, 60 gr şeker, 50 gr erimiş tereyağı
Panini
600 gr un, 315 ml ılık su, 40 ml zeytinyağı, 14 gr tuz, çabuk maya, 1 yumurta
İlk kez denediğim bir puding tarifi: Çikolatalı, portakal jöleli puding
0,5 l sütten yarım bardak ayırıp kalanı ocakta ısıtılır. 100 gr siyah çikolata sütün içinde erirken, 2 tepeleme yemek kaşığı nişasta ve 1 yemek kaşığı kakao süt ile karıştırılıp çikolatalı süte eklenir. Karıştırarak pişirilen puding koyulaştığında kaselere ( ortasına gelecek şekilde) pay edilir. 1 adet Dr. Oetker tart jölesi paketi üstündeki talimata göre hazırlanıp pişirilir. Soğumuş olan çikolatalı pudingin üstüne zarı çıkarılıp küçük kesilmiş portakal parçacıkları serpiştirilir ve üzeri portakal suyu ile
hazırlanan jöle ile kapatılır.
Bazı eşyaların mistik bir havaları, ruhları var sanki. Sadece dolap, masa veya iskemle değil, ondan öte yansıttıkları "kişilikleri" ile farklı onlar. Şüphesiz, nadirdir böyle bir hisse kapılma şansı lakin mümkün. Kimbilir, belki zihnin oyunu, anılar ve hayallerin cilvesi...
Eski bir salon büfesi yüzünden bambaşka bir dünyanın sihrine kapılırsanız, şaşırmayın. İncecik, kıvrımlı zarif bir sehpanın üzerinde dağılmış kır çiçeklerinin yeşil, topraksı kokusu ve mavi mine çiçekli beyaz sürahi. Küçük, sayısız çekmeceli dolap, sürgülü cam vitrini, el oyması süsleri olan kapaklar. Çikolata tabağı ve likör kadehleri. Döşemesi yıpranmaya yüz tutmuş rahat koltuk, üstünde zıplama isteği uyandıran pirinç başlıklı yaylı
karyola, gizli bölmesinde saklanan kocaman anahtarıyla büyük duvar saati. Çifte şilteli, çekmeceli, üç yanı ahşap korkuluklu divan, kapaklı yazı masası kılığında radyolu pikap, lale figürlü porselen gece lambası, dantel pencere perdeleri, el işlemeli yastıklar, ıhlamur çaydanlığı...
Anı biriktirmeyi sevmedim, düşünmedim hiç. Baba evinden ayrılıp dönüşlerimde eksikliğini fark edip sorduğum kitaplarım ve odamın duvarlarına astığım resimler oldu. Arasıra kaleydoskopum gelir aklıma, en sevdiğim oyuncağımdı. Fotoğrafları bile saklamadım.
Bir gün, annemizi kaybettik. Cenazesine yetişemedim, ancak iki gün sonra mezarında ziyaret edebildim. Eve girdiğimde, hiç bir şey eskisi gibi değildi, oysa herşey yerli yerindeydi. Herşey onun bıraktığı gibiydi. Yatağına oturdum, dolabındaki giysilerine, henüz paketinden çıkarmadığı yemek takımına, giymediği ayakkabılarına, onsuz mutfağına, sessiz bahçesine baktım. Ve hepsini olduğu gibi ardımda bıraktım... Bir daha o evin kapısını açmadım.
Bir gün, bir yerde, belki bir film karesinde tanıdık bir şeyler görürsünüz. O an küçük bir peri sihirli
dokunuşuyla uyuyakalmış bir anıyı uyandırır, belki sarsılır, belki sadece mutlu olursunuz...
Yorgunluğun güzel taraflarını seviyorum; uğraşı ne olursa olsun, tamamlamanın memnuniyetiyle ayaklarını uzatıp bir fincan kahveyi yudumlamanın hazzı bambaşka. Zaman zaman altından
kalkabilir miyim diye şüphe duymak bile vazgeçmek için sebep olmadı. İnsanın bir şeyler başarması, ufacık ve hatta önemsiz görünseler de, acayip bir özgüven pompalamasına sebep oluyormuş
meğer. Yeni değil, yıllardır farkındayım bunun. Bir yudum suyu, bir lokma ekmeği hak etmenin huzurunu duymak ilahi mutluluk, benzersiz bir sevinç.
İster iş hayatında ister evde çalışmak, çalışmaktır. Evde kalıp da yan yatan olur mu, olur, lakin iş yerinde de aynı durum söz konusu olabilir. Haybeden para kazananlara dair ne efsaneler var...
Her neyse, herkesin işi kendine, bir de vicdanına kalır.
Düşünüyorum da, şu bilmek işi müthiş. Bilgi sahibi olmayı kast etmedim, kendini biliş söz konusu. Ne kadar iyimser/kötümser olduğunu, tembel/çalışkan, pervasız/duyarlı olduğunu bilmek gibi. İnsan kendini bildiğinde diğerlerin onun hakkında düşündüklerinin hiç bir anlamı olmadığının farkında yaşar hayatı, içindeki "iyi" ile. Ne umursamazlık, ne kibir, kim bilir belki insan ol'manın hikmeti. İçine salıverildiğimiz hayatı düşündüğümde bazen kendimi avutamayacak kadar kederleniyorum...
Gereken malzemeler:
0,5 l süt, 5-6 yemek kaşığı şeker, 2 yumurta sarısı, 2 yemek kaşığı un,
portakal kabuğu rendesi, tarçın, birkaç tane kepekli bisküvi
Az süt ile karıştırılan una çırpılmış olan yumurta sarıları eklenir. Şeker sütün içinde eritilip portakal kabuğu rendesi ve tarçınla birlikte unlu karışıma katılır ve ocağa alınır. Devamlı karıştırılarak
pişirilen puding koyulaştığında kaselerin içine pay edilmiş olan bisküvi kırıkları üstüne dökülür.
Zeytinli çörekler
Gereken malzemeler:
500-600 gr un, 1 paket çabuk maya, 1 tatlı kaşığı tuz, 1 tatlı kaşığı şeker, 2 yemek kaşığı zeytinyağı, 1,5 su bardağı ılık süt veya su
10-15 adet siyah zeytin, bir o kadar da yeşil zeytin
Yumuşak hamur yoğurulur, unlanmış kabın içinde yaklaşık iki saat kabartılır. Süre sonunda tezgaha alınan hamur açılır ve üzerine irice kıyılmış zeytinler serpiştirilir, rulo yapılır. İstenen büyüklükte parçalara bölüp fırın tepsisine yerleştirilen çörekler 30 dk daha dinlendirilir. Üstlerine zeytinyağı sürülür ve 190 derece ısıtılmış fırında pişmeye bırakılırlar.
Büyüksün Ego!... Senin yüzünden hep bir suçlusu olur başımıza gelenlerin. Biz, hep iyi
niyetli, samimi, doğruyken anlaşılmadık, kullanıldık hatta hiç sevilmedik, işte bahanelerimiz.
En başından başlar bizim mağduriyetimiz, doğduğumuz günden. Biz masumduk, kötü olan ebeveynlerimiz; yeterince ilgilenmediler, hoşgörülü olmadılar, ihtiyaçlarımızı karşılamadılar,
bağıra bağıra göstermediler hatta sevgisiz bıraktılar... Sonra, okulda ezildik; öğretmen başımızı okşamadı, gülümsetmedi yaramazlıklarımız, yapılmamış ödevlerimiz için bizi affetmedi, yanlış eğitildik, çarpıldık, bölündük, toplandık, çıkarıldık... Mutsuzluk ekip biçtik...
Sanki bizle kurulup süredurdu bu dünya hali... Sanki biz sebep olduk mutluluğun gün ışığına çıkmasına. Sanki bizden evvel hiç yaşanmamış bu hayat... Sanki çocukluğu tadan-tatmayan ilk bizdik, yıpratılan sadece bizdik sanki...
Bir gün istediğimiz gibi yaşamaya başlarız ve bir söz veririz kendimize: yapılan hataları
yapmamak, yaşatılanları yaşatmamak adına. İlk hatayı o söz ile yaparız. Bilinen terani nakarat
olur: ölmeyecek gibi yaşayıp, vakit azaldığında hiç yaşamadık deriz...
Yazdıklarım ironik, biraz çirkin ve acınası. Herkes kendi hayatını bilir, ahkam kesilmez bu
mevzuda. İnsan davranışı konusunda yapılan varsayımlar, bilimsel de olsalar, hoşuma gitmedi
hiç bir zaman. Tahminler hep tahmin olarak kalmalı, gerçeği insandan başkası görmez. Hiç kimsenin sınırlarını ihlal etmeden, etrafıma baktığımda gördüklerim acıtıyor ve buna rağmen, karamsarlığa yakalanmadan, iyiyi düşünüyorum. Bir daha baktığımda öyle yapmakla
yanılmadığımı görüyorum. İnanıyorum ben insandaki iyiliğe, onu ne kadar derine gömse de... İnanıyorum ve o duygu bana ait ve farkındayım ki iyi olmasa da insan, bu sadece onun cehennemi...
Etrafımda gördüklerimle incindiğimi sanıyordum, yalnızlık her daim sığınağım oldu. Aslında incinme değil, orada olabilirmişim ihtimalinin korkusu, silkinmesiymiş meğer... Yalnızlığım
ise bağlandığım sonsuz Aşk'tan...
İçim sızlar, yoklukla veya varlıkla beyin hücrelerini öldürenlere. Biri diğerinden hiç farklı olmadı
ki onların; kapkaranlık birer tuzak... Varlıklı olmak var, tüm yüreğinle ve yoksul: baş döndüren
zenginliğinle... Mutluluk ne pahalı hediyelerde, ne şaaşalı yaşamlarda, ne başarılı kariyerde. Mutluluk, ruhun özgürlüğünde, dingin hafifliğinde...
Mutluluğum bazen gözyaşlarımın akması. Kahkahalarla gülerken ağlamak, yüreğimin
yağmuruyla çiçeklenmek. Mutluluk, hayatı kolaylaştıracak bir şeyler öğretmek, öğrenmek. Duyguları paylaşmak, dinlemek, susmak ve şarkı söylemek, umut etmek mutluluk. Mutluluk,
bir başkasının acısını kendininmiş gibi anlamak, sevincine katılmak... Mutluluk hep olduğu
yerde, içimizde.
Etrafıma bakıyorum, beklentiler, hoşnutsuzluklar, çırpınışlar. Her yer Hayat... Bir daha şükrediyorum: iyi ki varsın, tek gerçek olan, Aşk... İyi ki varsın, yüreğimin ta kendisi, beklediğim,
kavuştuğum, her daim özlediğim... İyi ki Aşk'sın, herhangi bir ilişki değil. İyi ki Aşk'sın, gözbebeğim... Aşk'sın, katlandığım değil, ruhuna sarmaşık olduğum. İyi ki varsın Aşk.