Bu Blogda Ara

7 Aralık 2020 Pazartesi

Telafisiz

Üzerinde bir lanetin dolaştığını düşünmedin değil, oysa sen uğursuzluğa inanmazsın. Kötü şans, kötü saat, talihsizlik sana göre boş laf, safsata. Dediğin gibi: insanın başına gelen gelmeyen herşey matematik.  İnsan, zaman, coğrafya. Topla, çarp, çıkar, böl; kusursuz işleyişi var hayatın.   Diğer yandan bir yere  yetişmek için çabalar ve  başaramadığında kör talih der geçersin. Bu durum tekrarladığında kaderine yazılmış gibi bir hisse kapılırsın.  Çelişkiye bak. Hadi bunu da geç,  hayatının anlamı gelene gidene yol  vermek olur sanırsın. Başına gelenler  önemsizmiş gibi "olsun" dersin. Öyle böyle yaşarsın.  Yaşadığın için ahmakça bir teslimiyetle şükredersin.


Sekiz on yaşlarındayken şehirden kasabaya taşındık. Annem ile babamın arasında , her ne kadar belli etmeseler de, tatsızlıklar vardı.  Zaman zaman çocuk aklımla bir takım çıkarımlar yapmışımdır. Çözemedim elbette. Yoğun çalıştıklarından akşamları iple çekerdim. Babam salatayı hazırlar, annem tabakları ve  yemeği getirirdi. Oturduğum yerden onları seyrederdim. Bir gün sesleri yükselip ifadeler sertleşti ve ben  o anı uzun bir süre için görmezden geldim. 

Evde en sevdiğim şey  pencerenin pervazına kollarımı dayayıp  dışarıyı seyretmek. Evimiz büyük bir sitenin içindeydi.  Binaların ortasında  kalan geniş yeşil alanda ağaçlar, banklar, spor sahaları,  kaydıraklar,  salıncaklar, çiçek tarhları gibi alanlar vardı. Gece karanlığında fantastik bir dünyaya dönüşürdü buralar. Sarı,  çiğ beyaz, göz kamaştırıcı veya solgun ışıklı pencerelerle  kuşatılmış gibiydi  her yer. Başka bir gezegendeymişsin gibi değişik, heyecanlı bir his doldururdu içimi. Her an inanılmaz bir maceranın içine düşebilirdim. Ardımda tartışmalar, tabak bardak şangırtısı ve ağır, sancılı sessizlik yankılanırdı. 


Sitenin yakınında yerleşik pazar yeri vardı.  Taze sebze, meyve, bal, reçel, el işi ufak tefek şeyler, çeşit çeşit çiçek satılırdı.  Oralarda dolaşırdım. Kaykayımı alır, kapı anahtarını paspasın altına bırakıp, tezgahlar boşalıp da satıcılar oradan ayrılana kadar pazarda dolanırdım.  Farklıydı, keşfetmem gereken bir gizem vardı sanki.  Akşam olduğunda büyüsüne kapıldığım sihrin bozulmasına üzülürdüm. Her defasında çocukça bir hoşnutsuzlukla  eve dönmüştüm. Annem ile babamın anlam veremediğim kırgınlıklarından kaçmak için odanın penceresinde kendimi  unuturdum. Bir akşam daire kapısı sertçe çarpıldı . Böylece sevdiğim, doğduğum, hayallerimi  büyüttüğüm şehirle vedalaştım. 


Bu beklenmedik ayrılığı hazmetmek zordu. Seslendiremediğim isyanı derine gömdüm. Okul yabancı, ben yabancı, sevdiğim herşeyden koparılmış, eksik kalmış gibiydim. Sanki olan bitenin suçlusuydum. Düzeltebilirmişim fakat geç kalmışım suçluluğu bir parazit gibi beynimi uzun zaman kemirdi. Anneme kızgın, babama küskün kaldım. Mahkemenin belirlediği görüş günlerinde babama  sandviç hazırlardım, annemle  ise hiç konuşmazdım. İçimdeki fırtınayı bencilce sadece kendime  sakladım. Zamanı geri alabilsem keşke. Geç kaldım. 


Taşındığımız  yere dair karışık duygularım oldu, ne sevdim ne de nefret ettim. Başka bir seçeneğim olmadığından bu yeni duruma alıştım. Okul ve kasaba kütüphaneleri tutunduğum nefes alma duraklarım oldu,   hah, bir de yerleştiğimiz bahçe içerisinde, iki odalı küçük  ev.

Bahçe küçümsenmeyecek büyüklükte bir araziydi aslında. Asıl ev, iki katlı, gösterişli, merkez caddenin hemen kenarındayken oturduğumuz  ise bahçenin diğer ucundaydı.  Bitişikte iki odalı bir diğer daire ev sahibinin  ablasına aitmiş.  Yüzü her daim asık,  erkeksi giyinmeyi tercih eden orta yaşlı ufak tefek bir   kadın.  Daha sonraları kasaba belediyesinde katip olduğunu öğrenmiştim. Göründüğü  gibi de  aksi birisi değilmiş. 

Okul dönüşü soluğu bahçede alırdım. Bahçe çitinin dibindeki  süpürge otları arasında  dolaşıp ceviz ağacına tırmanıp vakit geçirirdim. Zamanla  yandaki komşumuz ile aramızda sessiz ve keyifli bir bağ oluştu. Kahve fincanını  alıp bahçeye açılan mutfak kapısından verandaya  çıkmasını beklerdim. Hiç unutmadım, vanilya ve limon kokardı evi.   Geleni  gideni  yoktu. Kardeşiyle aralarında neler olduysa, selam sabah kesilmiş. Sonraları fark ettim ki  yalnızlığını  benimle iki kişilik etmiş. Yaşlı ceviz ağacına tırmanıp işten dönüşünü beklerdim. Sessizce oturduğumuz günleri düşünüyorum da, o küçük evde kaldığım birkaç yıl bir masalın içindeymişim gibi geçmiş.


Yıllar sonra,  şimdi hatırlamadığım bir sebep yüzünden, kasabaya yolum düştü. Caddenin iki yanındaki  bahçeli evler yıkılmış, yerlerine çok katlı binalar yükselmişti. 

Tesadüf bu ya, buhranlı  çocukluğumun  sırdaşı ile karşılaştık. Farklı bir sokakta, hiç beklemediğim halde. Beni hatırlayıp hatırlamadığını çözemedim. Heyecanlı, coşkulu bir ses tonu ile rüyasını anlattı. Küçük insanların istilasından bahsetti.  Kelimeler ard arda ortalığa saçıldıysa da hikayenin anlaşılması güçtü. Kısa bir  an için  bu puslu hüznün içinde nefes alamamıştım. "Yanında kalsaydım böyle olur muydu?" diye düşünmedim değil. Nedense, kabullenmek yerine, bu halini unutmayı seçtim. 


Dediğim gibi, okul günlerimin tümünde kütüphanelerin   yeri ayrı oldu.  Derslikler yerine satırlar arası dostluklar kurdum.  Heeyt be, empatinin "en" olanlarını deneyimledim. Kitapların içindeki hayatların tutsağı olmadan farklı yaşamların tanığı oldum. Yolculuklara çıktım, serüvenlere atıldım ve paragraf paragraf şaşırdım, ağladım, güldüm.  Hey gidi tasasız çocukluk.  Hayata ve içindeki her şeye farklı farklı pencerelerden göz attım. Her ne denli  çekingen ve şüpheci olsam da yüreğimde tükenmeyen sevgi ve cesaret  hep güvende hissettirirdi. Hala da öyle. Hiçbir vakit dışlanmış olduğumu  düşünmedim, farklıydım. Kendimi nasıl ifade ederim diye hiç tasa etmedim.  Yanıbaşımdaki  hayatı bir kalın buz tabakası  ardındaymış gibi seyrederken umutsuzluğa da kapıldım, yenilmez de oldum. Kimseye rahatsızlık vermeden, zihnimin  labirentinde özümü arayışımda hür ve  görünmezdim. Tüm duygularla, yalansız dolansız, yalın halleriyle yüzleşmek dileğimdi. Mutluluğu, acıyı, çaresizliği, öfkeyi ,  nefreti, merhameti, korkuyu, açgözlülüğü, hırsı, sevgiyi , Aşk'ı...  Belki çok yalnız bir çocuktum ya da yaşamak çok yoğun bir duygu. 


Lisedeki sıra arkadaşım utangaç, sessiz bir kızdı. İnce yapılı, yüzüne mahcup bir ifade yerleşip kalmış, nezaketli ve hassas. Beni sebepsiz  yere evine davet etmişti, okula yakın, şehrin merkezinde bir apartman dairesinde oturuyordu. Okul günlerimizde neler konuşup yaptığımız aklımda kalmasa da siması hala belleğimde.  Hiç ummazdım, yıllar sonra duydum ki uçan kağıtlara karaladığım dörtlüklerin tümünü saklamış.  O an kendimle gurur duymadım, yerin dibine girmeyi isteyecek kadar utandım. Her ne kadar hayat hepimizi farklı yönlere savurmuş olsa da  sıra arkadaşımı gerçekten tanımakta geç kaldığım için yürekten hayıflandım. Utancım öylece son bulmadı. 

Hasbelkader kanser olduğunu öğrendiğimde onu ziyaret etmek istedim. Evinin kapısı  önünde geçen birkaç dakika bana asır gibi gelmişti.   Okul sonrası onunla görüşmediğim, yazışmadığım, telefonlaşmadığım için kendimi suçladım. Beni oraya götüren histen tiksindim. Merhamet miydi, suçluluk mu yoksa kibir miydi?  Tut ki ölüm onu alıp götürmeden yetiştim,  ne söylerdim, yüzüne nasıl bakardım?  Geçen yılları mı yad ederdik, sahip olmadığı gelecek  için mi gözyaşı dökerdik?  Sonra tevekkül ile hayatın kısalığından, kaderden mi konuşurduk?.. "Yollarımız ayrılmış be kardeşim" mi derdik?  Yine geç kalmıştım. 


Geçmişe bakıp o zamanlar farkına varmadığın küçük ayrıntıların kaderine  ilmek ilmek örüldüğünü görürsün. Kadere inan ya da inanma, hayatın sana giydirdiğini söküp atamazsın, inkar veya kabul edersin.  Avutursun, avunursun ve öyle böyle yaşarsın. 

 Keşkelerle, pişmanlıkların sulu sepken yağmurunda ya da huzurlu ve telafisizliğin farkında veya izansız boşvermişliğinde .  


eylül 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder