Bu Blogda Ara

21 Nisan 2024 Pazar

Salkım söğüt hayat

 Ölümü düşünme, bir çare değil, bir kaçış sadece... Belki bir çare görmüyorsun, hiç kimse anlamıyor seni, unutma, böyle düşünen sensin... Ölümle kucaklaşacağın an zaten korkunç, yetmez mi?..


     Evin karşısında bir salkım söğüt var. Birkaç adım ötesinde, eski bir çeşme. Mahallenin çeşmesi. Yaz aylarında bile buz gibidir suyu. Arılar uçuşur etrafta, korkudan bayılacak gibi olsa da, avuçlarını musluğun altına dayayıp kana kana içerdi suyundan. Hıdrelez günü halatlar atılır ağacın dallarına, salıncak kurulur. Sabahın köründe gelir kızlar, eteklerini toplayıp sallanırlardı. Kahkahaları dökülürdü uykusunun ortasına, dışarıya koşup yalınayak, kapı aralığından onları seyrederdi. Bir düşün ortasındaymış gibi, uyanmak istemezdi... 


    Hayatı boyunca olduğu gibi kaldı herşey; her sabah çok erken uyanır, gücünün yettiğince kalkıp dolaşır evin içinde. Bir gölge gibi, parmaklarının ucunda, kayarcasına geçer odadan odaya. Bahçeye açılan tüm pencereleri, taze havanın tümünü içeriye almak istercesine, sonuna kadar açar. Pencere pervazındaki saksı çiçeklerine gülümser, sararmış yaprakları ayıklar, su verir. Hep düzeltilecek bir şeyler var; koltuğun örtüsü gibi. Sehpada kalan eski gazeteleri toplar, unutulan bir su bardağını mutfağa götürür, "bahçede yapılacak çok iş var", diye düşünür. Sonra, sadece kendisinin gördüğü bir yerde bırakır gözlerini. 

    Bir an için kupkuru, incecik bir kabuktan ibaret gibi bomboş hisseder. Birden bütün işkence aletleriyle gelir o amansız hastalık, dünden daha da zalim. Sinsi bir sancı oymacı bıçağı gibi saplanır etine, kemiğe kadar, yavaş yavaş oymaya başlar içini. Her nefesi bir çığlık olup paralarken gırtlağını yine bozulmaz sessizlik. Kuşların cıvıltısı, yaprakların hışırtısı, havlayan bir köpek, uzakta kapanan bir kapının sesi bir başka dünyaya ait sanki. Kıvrandıran ağrıyı tutabilirim umuduyla avuçlarını bedenine bastırır, parmaklarıyla alıp koparmak isterken onu tırnakları geçer etine. Hızlı aramaya basıp hemşirenin uykulu sesini duyana kadar bekler, bir anda boşalır her uzvu. İçinde panik koşturmacası, can pazarı, titreyen kollarından, tutmayan bacaklarından başka onu ele veren başka bir emare yok aslında. Gücünün son damlasına kadar kendini tutmalı, bırakmamalı, içine haykırır: "hemşire nerede kaldı?.." 

    Uçsuz bucaksız çölden geçen bir bedevi gibi vahaya varmak için sabırsız. İlacın kanına karıştığı saniyeler çok uzun, derin bir uyku uçurumuna düşmek üzere, farkında. Sonra, yalancı, çok özlenen, nazlı bir huzur gelir. Nihayet. Başını yavaşça bırakır yastığa, ağrılar körleşir, sadece bir uğultu kalır kulaklarında. 
Gözlerini açıp yorgunluğunu üstünden silkelemeye çalışır. Yapışmış sanki. Yüzünü kızartan sebepsiz bir mahçubiyeti kovmak ister gibi elini kaldırır. Giyinmeli. Dolaptan aldığı elbise sıyrılır bedeninden, anlam veremez. Banyoda kalakalır. Sırılsıklam, ağırlıksız. Aynadaki yüz onun mu? Koridor loş ve serin. Duvarda birçok fotoğraf asılı. 
Mutfak yetim kalmış. Ocağın üstünde birkaç küçük yağ lekesi unutulmuş. "Fesleğene su vermeli. Baharat kavanozlarını boşaltıp yıkamalıyım." Kulaklarında hala o huysuz uğultu. Bir yudum su yutkunmadan dudakları arasından göğüsüne döküldü. Hüzünlü bir melodi aktı üstüne, onu ölesiye örtünmek istedi. Sarmalayıp ağrılı bedenini onu teselli etmek istedi. Yorgun olduğunu düşündü. Sonsuz uykuyu özledi... 

  Henüz vaktinin gelmediğini bilmek ağır, acımasız bir yük. Acı çekmek değil, kendini kaybetmek korkunç olmalı. Ruhu, sımsıkı tutunmuş bedenine. Dehşet derecesinde korktu, kimse bilmedi, iyi sakladı kendini. 


eylül

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder